Oct 7, 2007

Kuranda Firavun Kelimesi


Eski Ahit'te Hz. İbrahim ile Hz. Yusuf zamanındaki Mısır hükümdarından Firavun diye bahsedilir. Halbuki Firavun hitabı her iki peygamberden çok sonra kullanılacaktır.

Kuran'da Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden söz edilirken "hükümdar, kral, sultan" anlamlarına gelen Arapça "El melik" kelimesi kullanılır:

Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin."... (Yusuf Suresi, 50)

Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisinden ise "Firavun" kelimesi ile bahsedilir. Kuran'da yapılan bu ayrım, Eski ve Yeni Ahit'te ya da Musevi tarihçilerce yapılmaz; sadece Firavun ifadesi kullanılır.

Nitekim gerçekten de Mısır tarihinde "Firavun" teriminin kullanımı sadece geç döneme aitti; Firavun hitabı ilk olarak MÖ 14. yüzyılda Amenhotep IV döneminden itibaren kullanılmaya başlamıştır. Hz. Yusuf ise bu tarihten en az 200 yıl önce yaşamıştır.224

Encylopedia Britannica'da, Firavun kelimesi için yeni krallıktan itibaren (18. Hanedandan başlar; MÖ 1539-1292) 22. hanedana dek (MÖ 945-730) kullanılan bir saygı ünvanı olduğu, daha sonraları bu hitabın kralın ünvanına dönüştüğü, daha önceleri ise bu ünvanın hiç kullanılmadığı ifade edilir. Bu konudaki başka bir bilgi ise Academic American Encyclopedia'da verilir ve Firavun lakabının Yeni Krallık'tan itibaren kullanılmaya başlandığı belirtilmiştir.

Görüldüğü gibi Firavun kelimesinin kullanımı belli bir tarihten itibaren söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Kuran'da bu ayrımın tam olarak yapılması -Hz. Yusuf zamanındaki hükümdardan hep "Kral" olarak söz edilirken, Hz. Musa zamanındaki hükümdardan her seferinde "Firavun" olarak bahsedilmesi- Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan bir başka delildir.

Efendimiz ve Sağlıklı Yaşam

İslâmiyet'in hedef olarak gösterdiği dünya ve âhiret saadeti, onun bir bütün hâlinde yaşanmasıyla mümkündür. Bundan dolayı dinimiz, insan unsurunun vazgeçilmez ihtiyaçlarından olan tıp alanına gereken alâkayı göstermiş ve gereken değeri vermiştir. Peygamberimiz (S.A.V.), sadece dinî hükümleri öğretmek için gönderilmiş olmayıp dünyevî konularda, dolayısıyla tıp konusunda da en güzel örnektir. Peygamberimizin tıbbî emir, tavsiye ve tatbikatlarına İslâm literatüründe "Tıbb-ı Nebevî" denmektedir.

Bugünkü modern tıp, yüzyıllar boyunca toplanan bilgi ve buluşların sürekli bir değişim ve gelişim göstermesiyle, gözlem ve tecrübelere dayanarak meydana gelmiştir. Mikroskopların ve labaratuarların rüyasının bile görülmediği 14 asır önce, Yüce Peygamberimiz'in tıp hususunda yaptığı uygulamalar ve söylediği sözler, modern hekimliğin ancak son birkaç yüzyılda ulaşabildiği tabâbet düsturlarıdır. Bunların her biri, Tıp Fakülteleri'nin kapılarına altın harflerle yazılacak niteliktedir.

Biz de Tıbb-ı Nebevî'yi, Peygamber Efendimiz'in hadisleri ve tatbikatları ışığında 3 bölüm hâlinde inceleyeceğiz:

1) SAĞLIĞIN ÖNEMİ:

Bütün ni'metler gibi sıhhatin kadri de, elden çıkmadıkça bilinememektedir. İnsanın bu zaafını iyi bilen Peygamber Efendimiz, iş işten geçmeden bizi şöyle uyarmıştır:

"Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz:

1) Hastalık gelmeden önce sıhhatin,
2) Yaşlılık gelmeden önce gençliğin,
3) Fakirlik gelmeden önce zenginliğin,
4) Meşgûliyet gelmeden önce boş vaktin,
5) Ölüm gelmeden önce dünya hayatının...


İslâm'a göre beden, insana verilmiş bir emânettir. Âhiret'te kişinin sorgulanacağı şeylerden birinin de "bedenini nasıl kullandığı" olduğunu Peygamberimiz'in bir diğer hadisinden anlıyoruz. Sonuç olarak sıhhat, hem dünyevî ve hem de uhrevî açıdan kıymeti bilinmesi gereken en önemli ni'metlerden biri ve Allah-u Teâlâ'ya karşı bir şükür vesilesidir.

2) SAĞLIĞIN KORUNMASI (KORUYUCU HEKİMLİK):

Tıbb-ı Nebevî'de aslolan bedenî ve ruhî hastalıklardan korunmaktır. Hastalıklardan korunmak, hastalığa yakalandıktan sonra tedâvi olmaktan daha önemlidir. Zira vücutta tedâvinin yan tesirleri görülebileceğinden, hastalığa yakalanmayan vücut, hastalığa yakalanıp tedâvi görerek sıhhatine kavuşan vücuttan daha sağlamdır.

Temizlik:

Hastalıklardan korunmanın birinci yolu temizlikten geçer. Çünkü hastalık yapıcı mikroplar, kirli ortamları sevmekte ve bu ortamlarda kolaylıkla çoğalabilmektedirler.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), "Temizlik imânın yarısıdır." buyurarak temizliğe İslâm'ın verdiği önemi vurgulamış, "Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, yemeğin bereketindendir." ve "Her yedi günde bir yıkanmak, vücudun insan üzerindeki hakkıdır." diyerek de temizliğin ne denli gerekli olduğunu en iyi şekilde açıklamıştır.

Ayrıca İslâm Dîni'nde abdest, gusül ve ibâdet esnasında ibâdet yerinin, vücudun ve giyeceklerin temiz olması gibi mecburî temizlik kaideleri mevcuttur.

Hz. Peygamber (S.A.V.), ağız ve diş sağlığına da gereken hassasiyeti göstermiştir. Peygamberimiz'in misvak kullanmayı öneren birçok hadisi vardır. Bunlardan birisi şöyledir:

"Cebrail (A.S), misvak kullanmayı bana o kadar çok tavsiye etti ki, misvak hakkında âyet inecek ve misvak kullanmak farz kılınacak zannettim."

Ağız, mikropların en çok bulaştığı yerdir. Diş çürükleri ve iltihaplanmaların, bademcik, sinüzit, romatizma, kalp, böbrek, bağırsak, safra kesesi ve sindirim hastalıklarına sebep olduğu bilinmektedir. Bunun önlenmesi için ağız ve dişlerin temiz tutulması gerekir. Misvak, tabiî olduğu ve bazı kimyevî maddeler ihtivâ ettiği için diş fırçasından üstün özellikler taşımaktadır.

Misvağın faydalarını şöyle sıralayabiliriz:

· Selülozun fizikî etkisi dişleri temizler.

· Uçucu yağlar ve selüloz dişleri beyazlatır.

· Kokulu reçine içerdiği için nefesin güzel kokmasını sağlar.

· NaCl ve KCl'ün ödemi dışarı çekmesi, diş eti iltihaplarını iyileştirir.

· Uçucu yağlar kabızlığı giderir.

· Psikolojik etkileriyle siniri teskin eder.

· İştahı açar.

· Kaynatılarak suyunun içilmesinin basur hastalığına iyi geldiği tesbit edilmiştir.

Ayrıca misvağın, hazmı kolaylaştırıcı, gözü kuvvetlendirici ve baş ağrılarını sakinleştirici özellikleri de vardır.

Oysa diş fırçasının kolay taşınmaması, kullanma ve temizleme zorluğu, yutulan kılların misvağın aksine iltihaplanmalara, hatta apandisite sebebiyet vermesi gibi dezavantajları düşünülürse, misvağın ağız ve diş sağlığındaki yeri daha iyi anlaşılacaktır.

Bulaşıcı hastalıklardan korunma:

Mikroplar ve basiller ilk defa 1880 yılında Avrupa'da keşfedilmiştir. Halbuki Peygamber Efendimiz, milâdî 7. asırda müslümanları bulaşıcı hastalıklardan sakındırıyor ve karantina uygulamasını emrediyordu:

"Bulaşıcı hastalıklar, sizden öncekilere gönderilmiş bir azaptı. Bir yerde bulaşıcı hastalık çıktığını işitirseniz oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde salgın başlarsa da oradan çıkmayınız."

Ayrıca, bulaşıcı hastalığa yakalanarak ölenlerin şehitlik mertebesinde olacaklarını belirterek mânevî bir müeyyide koymuş, böylece salgın çıkan yerlerden kaçılarak hastalığın yayılmasını önlemiştir.

İslâmiyet'te kan, irin, idrar, dışkı, kusuntu gibi mikrop ihtivâ eden maddeler necis sayılmış, üzerinde ve ibâdet yerinde böyle bir şey bulunan kişinin temizlenmedikçe ibâdet yapamayacağı hükme bağlanmıştır. Zina ve fuhuş yasaklanarak da çağın vebası AIDS'in önüne geçilmeye çalışılmıştır.

Dengeli Beslenme:

Yetersiz beslenme zararlı olduğu gibi aşırı yemek de bir çok rahatsızlığı beraberinde getirmektedir. Peygamberimiz (S.A.V.) de konuyla ilgili olarak, "İnsanoğlunun midesini doldurmasından daha zararlı bir şey yoktur. Kişiye belini doğrultacak kadar yemek yeter." buyurarak çok yemekten sakındırıp, dengeli beslenmeyi tavsiye etmiştir.

"Midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de havaya ayırın" sözüyle de ölçülü yemenin miktarını belirttiği gibi, midenin üst kısmındaki kimyevî reaksiyonlardan dolayı oluşan gazın varlığına asırlar önce işaret etmiştir.

Spor:

Sağlıklı bir vücut için sporun önemini artık yediden yetmişe herkes bilmektedir. Peygamberimiz (S.A.V) ise, ok atma, ata binme, ve yüzme gibi harbe hazırlayıcı sportif faaliyetleri teşvik etmiştir. Hatta bir defasında devrinin yenilmez pehlivanlarından Rükâne ile güreşmiş ve onu yenmiştir.

3) HASTALIK VE TEDÂVİ:

Sahabilerden biri Peygamber Efendimiz'e:

"Biz hastalıklardan korunuyoruz, duâ ediyoruz ve tedâvi oluyoruz. Bunlar kaderi değiştirir mi?" diye sorunca Rasulullah şu cevabı vermiş:

"Korunma, duâ ve tedâvi de kaderdir." 

Peygamberimiz (S.A.V), zamanındaki ananevî tıbbı aynen benimsemiş, faydalı kısımlarından yararlanmış, bir kısmını da değiştirmiştir.

"Ey Allah'ın kulları, tedâvi olunuz. Çünkü Allah (C.C.), yarattığı her hastalığın şifâsını da yaratmıştır." buyurarak tedâviyi emredip, tıbbî araştırmaları da teşvik etmiştir. Bal şerbeti, Medîne hurması, çörek otu, zeytinyağı, zemzem ve kan aldırmada şifâ olduğu, Peygamberimiz (S.A.V.)'in bize ulaşan tedâvi metodlarındandır.

Hz. Peygamber (S.A.V.), hastalığın bir imtihan olduğunu, hastalığa sabredenlerin günahlarının ağaç yaprakları gibi döküleceğini ve Âhiret'teki derecelerinin yükseleceğini belirterek hastalara moral vermiş, böylece en önemli ve etkili tedâvi metodunu uygulamıştır. Hastaya, hastalığın uhrevî bir kazanç olduğu inancının verilmesinden daha üstün bir tedâvi şekli düşünülebilir mi?..




Uzman Dr. Erkan Ataş

http://www.resulullah.org




Aksırmak ve Esnemek

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Şüphesiz Allah aksıranı sever, fakat esneyeni sevmez. Sizden biriniz aksırır ve Allah Teâlâ’ya hamdederse, onun hamdini işiten her müslümanın yerhamükellah demesi üzerine bir vecîbedir. Esnemeye gelince, o şeytandandır. Sizden birinizin esnemesi geldiği zaman, onu gücü yettiği kadar engellemeye çalışsın. Çünkü sizden biriniz esnediği zaman şeytan ona güler.”[1]

* Esnemek bir sıhhat alameti olmayıp şeytandan olduğunun söylenmesi insanların gaflet ve tenbelliğinin belirtisi olduğu duyurulmuş oluyor. Esnemenin sebebi: Çok yiyip içme suretiyle vücudun hareket kabiliyetinin azalması, uyku ve gafletin öne geçmesidir. Bu duruma şeytan sevinir ve güler. O kişiyi esir aldığından ve dünyalık şeylere muhtaç ettiğinden dolayı. Bu sebeple esnemek hoş karşılanmamış ve önüne geçilmesi emredilmiştir. Dolayısıyla el ile ağız kapatmak gerekir. [2]

881. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz aksırdığı zaman: Elhamdülillah desin. Kardeşi veya arkadaşı da ona: Yerhamükellah desin. Aksıran da: Yehdîkümullahu ve yuslihu bâleküm = Allah sizi hidayette kılsın ve kalbinizi ıslah etsin, desin.”[3]

* Aksırmak bir nimet olup sıhhatli olmanın alametidir. Her türlü nimete hamdettiğimiz gibi aksırma bu nimetine de hamdetmemiz gerekir. [4]

882. Ebû Mûsa radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i:

“Sizden biriniz aksırdığı zaman elhamdülillah derse, ona yerhamükellah deyiniz. Şayet Allah’a hamdetmezse siz de yerhamükellah demeyiniz” buyururken işittim.[5]

* Bir sünneti terkedene hatırlatmak ve yapmaya teşvik için bu tehdit konulmuş oluyor. [6]

883. Enes radıyallahu anh şöyle demiştir:

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında iki kişi aksırdı. Efendimiz onlardan birine yerhamükellah dedi, diğerine ise söylemedi. Kendisine yerhamükellah demediği kişi:

– Filân kişi aksırdı, ona yerhamükellah dedin; ben aksırdım, bana ise demedin, deyince Peygamberimiz:

– “O kişi elhamdülillah dedi, sen ise demedin” buyurdular.[7]

884. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aksırdıkları zaman elini veya mendilini ağzına tutar, böylelikle sesini azaltmaya –veya ağzını yummaya– çalışırdı.[8]

885. Ebû Mûsâ radıyallahu anh şöyle dedi:

Yahudiler, kendilerine yerhamükümullah diyeceğini ümit ederek, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında yapmacıktan aksırırlardı. Peygamber Efendimiz de onlara:

“Yehdîkümüllah ve yüslıhu bâleküm = Allah size hidayet versin ve hâlinizi ıslah etsin” buyururdu.[9]

886. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz esnediği zaman eliyle ağzını tutsun. Çünkü şeytan onun ağzına girer.”[10]

* Gaflet halinin belirtisi olan esnemekten sakındırmak için söylenen bu hadiste de ağzımızı kapamamız emrediliyor. Ağzı açarak karşımızdakilere çirkin bir durum sergilemekten bizi uzaklaştırıyor. Şeytanın güleceği, sevineceği her türlü davranıştan uzak durma gayreti böylece bize öğretilmiş oluyor. [11]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Buhârî, Edeb 125, 128; Bed’ü’l–halk 11. Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 7.

[2] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 268.

[3] Buhârî, Edeb 126. Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 3; İbni Mâce, Edeb 20.

[4] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 268.

[5] Müslim, Zühd 54.

[6] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 268.

[7] Buhârî, Edeb 127; Müslim, Zühd 53. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 4.

[8] Ebû Dâvûd, Edeb 90; Tirmizî, Edeb 6.

[9] Ebû Dâvûd, Edeb 93; Tirmizî, Edeb 3.

[10] Müslim, Zühd 57–58. Ayrıca bk. Ebû Dâvud, Edeb 89.

[11] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 269.

Oct 6, 2007

Hadisi Şerifler Işığında Günlük Dualar

-Sabah-akşam 7 defa "Allahümme ecirnî minennâr" diyen cehennemden kurtulur. [Ebu Davud]

- Sabah-akşam, 3 defa, "Bismillâhillezî lâ yedurru maasmihi şeyün fil erdı velâ fissemâi ve hüvessemîul alîm" okuyan, büyücü ve zalimden emin olur. [İ. Mâce]

- Sabah 3 defa, "Eûzü billahis-semîil alîm-i mineşşeytânirracîm" dedikten sonra Besmele ile Haşr suresinin son üç ayetini okuyana, 70 bin melek, akşama kadar duâ eder. O gün ölürse şehit olur. Akşam okursa yine aynı şeylere kavuşur. [Tirmizî]

- Şirkten korunmak için "Allahümme innî eûzübike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estağfiruke li-mâ lâ a'lemü inneke ente allâmülguyûb" okuyun! [İ. Ahmed]

- Sabah-akşam 7 defa "Hasbiyallahü lâ ilâhe illâ hu, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azîm" okuyanın dünya ve ahiret işine Allah kâfi gelir. [Beyhekî]

- Sabah-akşam on defa, "Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ-şerîkeleh lehül-mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şeyin kadîr" okuyan kimse, kötülüklerden korunur. [Nesâî]

- Bir kimse, sabah-akşam yüz defa "Sübhânallahi ve bihamdihi" derse, o gün ve o gece hiç kimse onun kadar sevap kazanamaz. [Deylemî]

- Evden çıkarken "Bismillâhi, tevekkeltü alallahi, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" diyen, tehlikelerden korunur ve şeytan ondan uzaklaşır. [Tirmizî]

- Lâ havle... okumak, doksandokuz derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdan kurtulmaktır. [Ebû Nuaym]

- İmam-ı Rabbanî (ks) Hazretleri, din ve dünya zararlarından kurtulmak için her gün 500 defa "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" okurdu. Okumaya başlarken ve okuyunca yüzer defa Salevat getirirdi. [Tefsir-i Mazherî]

- Hergün yüz defa salevat getiren, münafıklıktan ve cehennem ateşinden uzaklaşır ve kıyamette şehitlerle beraber olur. [Taberânî]

- Günde 25 defa "Allahümme bâriklî fil mevt ve fî mâ ba'delmevt" okuyan şehit olarak ölür. [Redd-ül Muhtar]

- Gece Âmenerrasulüyü okuyana, her şey için yeterlidir. Bu iki ayeti yatsıdan sonra okuyana, geceyi ibadetle geçirmiş sevabı verilir. [Şir'a]

- Eve girerken İhlas suresini okuyan, yoksulluk görmez. [T. Kurtubî]

- Evden çıkarken Âyet-el kürsî okuyana, melekler, evine gelinceye kadar duâ eder. [Eyoğul İlmihâli]



İstiğfâra devam etmek



- İstiğfâra devam eden kimse, her sıkıntıdan kurtulur, ummadığı yerden rızıklanır. [İbni Mâce]

- İstiğfâr olarak "Estağfirullah el azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûm ve etûbü ileyh" okumalıdır.

- Günde yüz kere "Lâ ilâhe illallah" diyen kimsenin, kıyamet gününde yüzü ay gibi parlar. [Taberânî]

- Bir yere gelen, "Eûzü bikelimâtillahittammâti min şerri ma haleka" okursa, o yerden kalkıncaya kadar, ona hiçbir şey zarar veremez. [Müslim]

- Sıkıntılı veya borçlu, bin kerre "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" derse, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır. [Şir'a]

- Yatağa girince 3 defa "Estağfirullah el azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûm ve etûbü ileyh okuyan kimsenin günahları, deniz köpüğü kadar pek çok olsa da, affolur. [Tirmizî]

Oct 5, 2007

Allah'ı Bilmeye Götüren 2 Yol





Rabb Teâlâ, kendisini bilmeye dair bilgiyi Kur'an'da kullarına iki yol İle haber vermektedir.

Birincisi: Yaratmış olduklarına bakmakla, ikincisi ise, âyetleri üzerinde düşünmek ve tefekkür etmekle. İlki şahit olup, bakılan âyetleridir.
Diğerleri ise; İşitilen ve akledilen âyetleridir.

İlkine gelirsek; Kur'an'da bununla ilgili birçok âyet vardır. Mesela şu âyetlerde olduğu gibi:

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah'ın birliğine deliller vardır." (Bakara, 164)
Bir âyet de şöyledir: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahiplen için gerçekten açık, ibretli deliller vardır." (Al-i İmran, 190)

Diğerine gelirsek; bunun hakkında da âyetler çokçadır. Mesela şu gelen âyetlerde olduğu gibi:
"Hiç Kur'an hakkında düşünmezler mi?" ve "Onlar bu sözü (Kur'an'ı) hiç düşünmediler mi?
Yoksa kendilerine, daha Önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" (Mü'minun, 98) ve "Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar." {Sad, 29)

Yaratılmışlarına gelecek olursak; bunlar da fiile delalet ederler. Fiiller de sıfatlara delalet eder. Çünkü ortaya konan şey; fiili işleyene yani failine delalet eder. İşte bu da O'nun var olduğunu, kudret sahibi olduğunu, İstediğini yapan olduğunu ve ilminin olduğunu gerektirir. Çünkü var olmayanın bir tercihli fiili ortaya çıkartması ya da var olduğu hâlde diri olmaması ya da kudreti bulunmaması, ilminin ve iradesinin olmaması asla mümkün değildir.
Sonra mahlukatm farklı farklı özellikleri, O'nun rahmetinin olduğuna delalet ederken, bu mahlukatı cezalandırması da O'nun gazabının olduğuna delalet eder. Bunlardaki ikramlar, yakınlıklar, cömertlikler ve yardımlar da O'nun sevgisinin olduğuna, onlardaki ihanetler, uzaklaşmalar ve öfkelenmeler de O'nun buğz ettiğine ve kızdığına delalet eder. Aynı zamanda mahlukatın son derece zayıf ve bayağılaşmış bir şeyi sonradan tastamam ve yeni hâle sokmaları da O'nun öldükten sonra canlıları dirilteceğine delalet eder. Bitkiler âleminin durumu, hayvanlar âlemi ve suların, rüzgarların vb. değişmesi de yine O'nun öldürdükten sonra diriltmesinin mümkünlüğünü ortaya koyar. Rahmetini esirgemediği kimselerde bu rahmetin izlerinin belli olması ve mahlukatına nimetler bahşetmesi de peygamberliğin hak bir konu olduğuna delalet eder.
Yine mahlukatın tamamlayıcı unsurlarından olan bir tamamlayıcı unsur da, nasıl yok olduğunda noksan oluyorsa, bu tamamlayıcı unsurları verenin ve onları alanın da, bunları (yaratmada) tek hak sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla O'nun yaratmış oldukları, O'nun (Allah'ın) sıfatlarına ve peygamberlerin haber verdiklerinin doğruluğuna en çok delalet eden şeylerdir. Doğadaki âyetlere de şahit olmakta, işitmek suretiyle tefekkür edilen âyetleri de doğrulamaktadır. Allah'ın var olduğuna dair deliller getirmektedir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'anın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?" (Fussîlet, 53) Yani Kur'an hak bir kitaptır.
Bundan dolayı yüce yaratan, görülen âyetleri (delilleri) onlara göstereceğini ve âyetlerinin hak olduğunun onlara apaçık belli olacağını haber vermiştir. Sonra da peygamberlerinin doğruluğuna dair deliller ve burhanlar göstermiş, haberlerinin doğru olduğuna dair kendisini şahit tutmasının yeterli olacağını haber vermiştir. O şahit olandır ve şahit tutulandır. O delildir ve kendisiyle delililendirilendir. O kendi nefsiyle kendisine delil olandır.
Bazı arif kimselerin dediği gibi: "Benim için her şeyime delil olana (Allah'ıma) nasıl delil isteyeyim?"
Kuşkusuz O'nun varlığı daha açık olduğu hâlde... O'nun hakkında nasıl bîr delil istersin? Bundan ötürü de peygamberler kavimlerine: "Allah hakkında şüphe mi ediyorsunuz?" (İbrahim, 10) demişlerdir. Yani O, her bilinenden daha bilinen olduğu, her delilden daha açık şekilde varlığı belli olduğu hâlde...
Özetle... Her şey gerçekte O'nun (c.c.) var olduğunu bildirirler. Bakmak suretiyle ya da fiilleri ve ahkamıyla deliller getirmek suretiyle bu şeyler bilinirler.


www.islamhouse.com


Rahmet (Allah ne güzel)



Allah ne güzel!
Onu hissetmek, onu anmak da!..
Sonra yine aynı düzen...
Ne çabuk da unutuyor insan güzel şeyleri, ve ne de nankör !
O'nu hatırladığımız anların hepsini toplasam bir yıl etmez; unuttuğumuz anlar zaten yaşanmamışlık, hepsi bir güne sığan 19 yıl....
Yaşanılan tek gerçek ân, O'nu hissediş ânıysa, biz ne kadar az yaşıyoruz, ne kadar boş.
"Onlar namazlarında daimdirler ."
Ya bizler?!. Bizler, "Onlar"a dahil değilsek, nereye dahiliz?
Azab ve rahmet dolu sonsuz bir hayat var önümüzde. Buna mukabil her yılı bir ân bile olmayan kısacık bir ömür, ne yapacak ya insan? Adalet mi, sonsuzluğu bir koyun sağacak kadar bir vakitte kaybetmek ?
Kalemin haya edişini hissettim de kalbim, hemen cevabı yetiştir, dedi:
"-Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, belki bir saatte, belki daha eksik bir vakit içinde, ama bir geceden uzun değil, Mirac'a hem çıktı, hem indi, hem de bu çıkış iniş arasını yaşadı."
O Hakimler Hakimi, zamanın da, mekanın da hakimi! O'nunla iken zaman nasıl erimez, nasıl var olmaya dayanır ki, bir an bir ömür oluveriyor. Habibi, miraçta O'nunlaydı. Melek çıktı aradan, zaman çıkmasın mıydı?
Ve müjde: "Namaz mü'minin miracı!" ve devam:
"Onlar namazda daimdirler."
Mesele katıksız mü'min olabilmekte! Ne zor, ama ikramı ne de bol insana...
Ey nankör nefis, diğer soruyu da sorsan ya, yüzün erer senin.
"Bir ömürlük çabaya sonsuz mükafat..."
Devamını getirmeye hangi kul cesaret eder?!
"Rahmet! Rahmet !"
Ve "Biz, insana her şeye yetecek kadar uzun bir ömür verdik" buyuruyor.
İnsan ise beklemede ömrün kısalışını... Dünyaya gelişin öncesinde yaşanan hayat, kimine doğum kimine asıl ölüm olan dünyaya geliş ve sonsuza giden ok içerisinde bir nokta hükmündeki dünya "diriliği" ya da "ölülüğü" ve incecik perdenin kalkışıyla sonsuz diriliğe ya da ölülüğe devam...
İnsan aslında Azrail'in gelişiyle değil, "ben"in gelişiyle ölüyor.
Ve insan, benin gidişiyle ölüyor ve "hiç" e ilk cennetini Azrail sunuyor.

-Huri Sezen-

Ölüm var, ölmeden önce ölür;
Ölüm var, ölmeden önce dirilir.
(E. Beyazıd)


"La İlahe İlla Ente" İfadesinin Manası

بســـم الله الرحمن الرحيم

  
 لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنت "La İlahe İlla Ente"


Hz. Yunus'un   لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ    "lâ ilahe illâ ente" (yani Senden başka ibadete layık ilâh yoktur) duasına gelince:

Burada "ulûhiyetin tekliğini" ispat vardır.

"Ulûhiyet" ise; ALLAH'ın kudretinin, bilgisinin, rahmet ve hikmetinin yetkinliğini içerir. Ayrıca burada ALLAH'ın kuluna ihsanının da ispatı vardır. Çünkü:

"İlâh"; "me'lûh" demektir.

"Me'lûh" ise; İbâdet edilmeye yegâne hak sahibi olan varlık mânâsındadır.

O'nun ibâdet edilmeye lâyık yegâne varlık olması; aynı zamanda O'nun çokça sevilen yegâne sevgili, çokça saygı duyulan tek saygın varlık olmasını gerekli kılan sıfatlarla sıfatlanmış olması demektir.

Gerçekte İbâdet; çokça, (son derece) sevme (muhabbet) ve çokça, (son derece) acziyet (tezellül) belirtmeyi içeren bir fiildir.

(İbadet en yetkin (kamil) sevgiyi ve tazim mânâsını içeren en mükemmel acziyeti (zül) kapsar)

Hz. Yunus (a.s.)'un "Sübhâneke" sözü' O'na tazimi, O'nu zulüm ve benzeri noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes tutmayı içerir. Çünkü "tesbih" (Sübhâneke demek) her ne kadar eksiklikleri olumsuz kılmayı içerdiği söyleniyorsa da, Mûsâb bin Talha'dan "Mürsel" olarak Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

ALLAH Resulü (s.a.v.) kulun "Sübhânellah" demesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Bu söz, ALLAH'ın (kula verdiği) kötülükten kurtulma beratıdır" (Hadisi İbn Cerir Taberî, tefsirinde kaydetmiştir, c. 15, s. 2)

** 

ALLAH'tan eksikliği ve kötü olanı uzaklaştırma (nefyetme), aynı zamanda O'nun kemâl ve güzelliklerini ispatlamayı gerekli kılar. Çünkü en güzel isimler ALLAH'a aittir.

Bunun gibi Kur'ân'da ALLAH'tan kötülük ve eksikliği uzaklaştırmak amacıyla gelen âyetlerin tamamı, O'nun güzelliklerini ve mükemmelliğini ispatlamayı içerir.

Şu âyetler buna örnektir:

"ALLAH ki, O'ndan başka ibadete layık ilah olmayandır. O, Hayy (Diri) ve Kayyum'dur. (gözetip ayakta tutandır) Kendisini uyuklama (sayıklama) ve uyku tutmaz..." (Bakara, 2/255)
O'nu sayıklama ve uyku tutmasını nefyetme, O'nun diriliğinin ve kayyûmiyeti (yaratıklarını gözetip ayakta tutma) nin mükemmeliyetini içerir.

Diğer bir örnek şu âyettir:

"Bize bir usanma, bir yorgunluk da dokunmadı." (A'râf, 50/38)

Bu âyet de ALLAH'ın kudretinin kemâlini kapsayan bir âyettir.

Bu durumda:

ALLAH'ı kötülükten uzak tutmayı ve eksikliği ondan nefyetmeyi içeren "Sübhânellah" kelimesi aynı zamanda O'na saygı duymaya da şamildir.

Hz. Yunus (a.s.)'un "Sübhâneke" (Senin şanın yücedir) sözü ALLAH'ı zulümden uzak tutmak, O'nun zulümden uzak olmasını gerekli kılan yüceliğini ispatlamak amacıyla söylediği bir sözdür.

Çünkü zâlim ya zulmetmeye gereksinim duyması ya da bilgisizliği yüzünden zulmeder.

Halbuki ALLAH herşeyden müstağni, herşeyi bilen, kendi kendine yetendir. O'nun dışındaki herşey O'na muhtaçtır. Bu, O'nun yüceliğinin mükemmelliğidir.



http://www.islamhouse.com









Hintli Usta ve Çırağı

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gonderdi. Hayatındaki herşeydenmutsuz olan çırak döndöğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak,yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarindan akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu: "Tadı nasıl?"

"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak. "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam. " Hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:

"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktari hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır.

Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."